Dünyanın her yerinde konuşulan en önemli konulardan bir tanesi de ülkelerin vergi hukuku ile uygulamalarının neden olduğu sosyal, ekonomik ve yatırım teşvik etkilerinin durumudur. İnsan sosyal bir varlık olduğuna ve vergiler de ekonomiyi düzenleyici birer enstrüman görevi yaptığına göre tüm ülkeler vergi sistemlerini ve uygulamalarını günün koşulları paralelinde düzenlemeleri için sürekli çalışmalar yapmaktadırlar.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım gerçekler dikkate alındığında vergi hukukunun temel ilkeleri büyük önem taşımakta olduğundan bu ilkelerin günümüze gelinceye kadar olan tarihsel süreç içerisinde nasıl geliştiği hakkındaki bilgileri geçen haftaki yazımda ele almaya başladım. Bunun nedenlerinden bir tanesi de özellikle KKTC’deki vergi hukuku ile uygulamalarının tamamen ve ne pahasına olursa olsun sadece bütçeye kaynak sağlamaya münhasır olmasının sosyo-ekonomide yarattığı olumsuzluklardır.
Çeşitli vergi türleri ve yüksek oranlardaki vergi, resim ve harçlarla beslenen kamu bütçesi bu kaynaklarının çok büyük bir kısmı hükümetleri plansız, programsız ve gereksiz personel maaşlarına harcanmakta olması, geri kalan kısmının ise büyük bir bölümü de israf edilmektedir. Harcanan bu yerel kaynaklara bir de TC hibe ile kredileri de dâhil edildiği halde yatırımlara ve hizmetlere dönüştürülemiyorsa bu uygulamalarda bir hata var demektir.
Devletin her geçen gün artış gösteren ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan mali kaynaklar devletin ekonomik faaliyetlerden aldığı dolaylı ve dolaysız vergiler ile resim, harç ve ruhsatlar oluşmaktadır. Öteyandan, devletten hizmet bekleyen halk ve ekonominin aktörleri vardır. Önemli olan hükümetin bilimsel ve gerçekçi esaslara dayanan maliye politikalarının oluşturulması ve halkın yaşam düzeyini yükseltmektir.
Bu politikaların başarılı olabilmesi için en önemli mekanizmalardan bir tanesi vergi hukuku enstrümanıdır. Bu mekanizmayı kullanırken ülkenin sosyo-ekonomik durumu ve halkın refahı ile gelecek nesillerin durumu gözönünde bulundurulmalı, günlük ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gerek bütçenin gerekse ülkenin tüm kaynaklarını en rasyonel şekilde harcanmasına dikkat edilmelidir.
Diğer önemli bir husus ise vergi hukuku mekanizmasının enstrümanları kullanılırken halkın ve yükümlülerin her türlü demokratik haklarına saygı gösterilmeli ve bu enstrümanların uygulanması, siyasi etkilerden arındırılmış ve adalete bağlı olması gerekir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığım vergi hukuku ilkelerine birçok ülke ulaşmış olup bunları daha da geliştirme çalışmalarına devam etmektedirler. KKTC ise halen birçok uluslararası vergi hukuku ilkelerinden uzaktır. Geçen hafta açıklamaya başlamış olduğum vergi hukuku ilkelerinin tarihi kaynakları ve gelişimi hakkındaki yazımın nedeni, uluslararası vergi hukukunda oluşan ilkelere bir günde ulaşılmadığını ve asırlar süren, hatta bazı durumlarda kanlı biten isyanlar veya harplar sonucunda ulaşıldığını halkımızla paylaşmaktır.
Bu konuda geçen hafta açıklamaya başlamış olduğum konulara tarihi süreç bakımdan bakacak olursak, hem demokratikleşme hareketlerinin hem de siyasi otoritenin vergilendirme gücüne karşı ilk tepkilerin İngiltere’de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu ülkede başlayan vergiye karşı tepkisel hareketler zamanla kıta Avrupa’sını ve Amerika’yı da etkilemiştir. Avrupa ve Amerika kıtasında anayasal vergi hukuku ilkelerinin temeli 18’ci asırdan itibaren atılmaya başlanmıştır.
Herkesin malumu olduğu üzere İngiltere’nin de yer aldığı Birleşik Krallığın Anayasası yoktur. Ancak, yukarıda belirtmiş olduğum ilkelere ve haklara ilişkin sözkonusu toplumsal sözleşme belgeleri ile batı demokrasilerinde vergilendirme ilkelerini saptayan çeşitli tarihsel metinler yanında, insan hakları ve temel hürriyetlerini korumak amacıyla uygulamaya konulan sözleşmelerle özellikle 20. yüzyılda önemli gelişmeler olmuştur. Bunlardan bir tanesi “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” (Universal Declaration of Human Rights) olarak adlandırılan bildirgedir.
Bu Beyannamenin 17. maddesine göre “Her kişi tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez”. Böylece bahse konu Beyannamenin bu maddesiyle hem mülkiyet hakkının temel bir hak olduğu kabul edilmekte, hem de keyfi vergilendirmeye karşı dolaylı da olsa verginin makul bir sebebe ve miktara dayandırılması gerçeği esas alınmaktadır.
Her ne kadar da vergilendirme konusunda Anayasamızın 75.’inci maddesi bahse konu ilkelere ilişkin bazı kurallar içeriyorsa da bu ilkelerin bugünkü uygulanabilirliği dikkate alındığını ve bu konularda vergi yasalarında gerekli düzenlemelerin yapıldığını söylemek pek mümkün değildir. Özellikle 1977 ile 1982 yılları arasında, o yıllardaki ekonomik koşullar kapsamında düzenlenmiş olan ve bugüne kadar uluslararası çağdaş düzenlemeler paralelinde hiçbir kapsamlı değişikliğe tabi tutulmayan Kurumlar Vergisi, Gelir Vergisi ve Katma Değer Vergisi (KDV) Yasaları siyasi makamlara başka ülkelerde olamayacak kadar çok geniş takdir ve itiraz çözümleme yetkileri vermekte olup bu yetkiler bazen siyasiler bazende uygulayıcılar tarafından sübjektif verilere ve/veya delillere dayandırılmayan gerekçelerle kötüye veya amaç dışı kullanılabilmektedir.
Bu tür uygulamaların önüne geçmek ve vergi adaleti ile güvenini sağlamak amacıyla demokratik ülkeler Vergi İdarelerinin bağımsız kurum statüsüne dönüştürmüşler ve böylece siyasilerin müdahalelerini büyük ölçüde önlemişlerdir. GKRY dâhil, birçok ülke bu bağımsız çalışmaları gerçekleştirmek için bağımsız hesap inceleme ve takdir ile itiraz komisyonlarının veya Vergi Tahkim Kurulunun oluşmasını gerçekleştirmişlerdir. Bu yönde Türkiye’de bu konuda yoğun çalışmalar yapıldığını ve birçok bağımsız kuralların oluştuğunu görmekteyiz.
KKTC’de de bu yönde gerekli düzenlemeler yapılmadığı sürece kayıtdışılığın önlenmesinde başarı sağlanamayacağı gibi halkın Vergi İdaresine olan güvensizliğinin güven ortamına dönüştürülmesi olanaksızdır. Bu durumun başarıya dönüştürülmesi için siyasilerin ellerinde bulundurdukları ve bazen silah olarak bazen de siyasi rant olarak kullandıkları “iki dudak arasındaki vergilendirme yetkisini” yasal düzenlemelerle oluşturulacak bağımsız Vergi İdaresine veya yukarıda belirtmiş olduğum bağımsız kurulların bir an önce oluşturulmasının zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Anayasamızın 75. maddesi kurallarının yönetsel veya mali mağduriyete uğrayanların Yüksek İdare Mahkemesine başvurma haklarının bulunduğu gerekçesine dayanarak bağımsız Vergi İdaresine ve/veya kurallarına karşı çıkmak büyük bir hata, hatta mantıksızlıktır, çünkü herkesin sözkonusu Mahkemeye başvuracak kadar mali vs. olanağı yoktur.
Tüm gelmiş geçmiş hükümetlerin programlarına bakıldığı zaman tümünde de vergi reformundan bahsedilmekte ancak büyük ölçüde güncelliğini kaybetmiş olan Vergi Yasalarınca ve Vergi İdaresi yapısında herhangi kapsamlı ve etkin yasal düzenlemeleri ile organizasyonu yapmadıklarını görmekteyiz. En azından Türkiye’de reform nitelikli gerçekleştirilen yasal düzenlemelerden örneklere bakarak ülkemizde de çeşitli düzenlemeler yapılması olanağı varken hiç olmazsa bu yönteme neden başvurulmamaktadır? KKTC Siyasilerinin işine geldiği zaman “bu uygulama filan ülkede de var” ancak işlerine gelmediği zaman “biz başka ülkeyiz” gerekçesini ileri sürerek asli görevlerini yerine getirmekten kaçınmaktadırlar. Bu durum sadece vergi hukukunda değil diğer tüm yasalar içinde geçerlidir.
Yeni Vergi Dairesi binası inşaatına ve e-vergi sistemine umut bağlamak yeterli değildir. Vergi uygulamalarının başarıya ulaşabilmesi için başka gereklere de ihtiyaç vardır. Bunların en önemlisi insan kaynakları ve bunların nitelikleri eğitim düzeyleri ve tecrübe durumlarıdır.
Verimlilik ancak eğitimli, kendini sürekli yenileyen, siyasi baskıdan veya etkilerden arınmış liyakata dayalı tatminkâr özlük haklarına sahip personelin çalışmaları ile mümkün olabileceği gerçeği her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Aksi takdirde vergi uygulamaları hakkında Bakanların ve diğer yetkililerin verdikleri beyanatlar sadece günü kurtarma amacına yönelik olur.
No responses yet